Mesele 13. yüzyılda başlıyor. Sebep: Moğol İstilası.
Moğol istilasına binaen gerçekleşen göçler sebebiyle Türk Dili iki ayrı yazı merkezine ayrılıyor: Biri Harezm, diğeri Anadolu.
Fark Ne?
Harezm Türkçesi: Orta Asya’daki eski standardın, yani Hakaniye Türkçesi’nin devamı, “halefi”.
Anadolu (Oğuz) Türkçesi: Bunlar (yani bizim atalarımız) 11. Yüzyıldan beri Orta Asya’daki o ortak yazı dilinden uzaktalar. Anadolu’ya geldiklerinde (13. yy) kendi yazı dilleri yok. Sıfırdan “yeni bir yazı dili yaratmak zorunda kalmışlardır”.
Doğu Türkçesi (Çağatayca)
Batı Türkçesi (Kıpçak/Oğuz)
Kuzeybatı (Kıpçakça)
Güneybatı (Oğuz-Türkmen): Osmanlı ve Türkiye Türkçesi.
Osmanlı Türkçesi (16-20. yy)
Eski Anadolu Türkçesi’nin devamı mahiyetindedir. Anadolu, Rumeli, Kırım, Suriye, Kuzey Afrika… Her yerde bu kullanılmıştır. İki dönemi vardır: Klasik ve yeni.
Klasik Osmanlıca (16-19.yy)
Sorun: 16. Yüzyılda dil “ağır, ağdalı bir biçime girmiştir.”
O dönemin sanatçıları (şair, edip) Türkçe kelimeleri “kaba ve ahenksiz” bulmuşlar, kendi dillerini küçümsemişler.
Aruz vezninin kalıplarına uygun olduğu için Arapça ve Farsça kelimeler ile doldurmuşlar dili.
Daha Büyük Sorun: Sadece kelimeleri almamışlar, Arapça ve Farsçanın gramer kuralları ve ekleri de dile girmiş, işte zincirleme isim tamlamaları vesaire.
Amaçları “sanat gösterme tutkusu”. Sonuç: anlamı şekle kurban eden bir ağırlığa ve suniliğe bürünmüş bir dil.
İkililik
Bu ağır dil, divan edebiyatı diliydi.
Ancak konuşma dili, halk edebiyatı ve tekke edebiyatı hâlâ sade Türkçeyi kullanmaya devam ediyordu. Yani sorun “kitap, kalem, akıl, hayat” gibi halka geçmiş kelimeler değildi. Sorun, halkın diline girmemiş bulunan Arapça, Farsça sözler ile bu dillerin ekleri ve gramer kurallarıydı.